Ana içeriğe atla

Kayıtlar

Eğitimi TV Şovuna Dönüştürelim (mi?)

  Devirler değiştikçe insanlar, insanlar değiştikçe de insan ilişkileri farklılaşıyor. Birkaç yıl öncesinde insanlar için çok normal olan adetler, tavırlar ve normaller süreli “yeni normal”lere dönüşüyor ve eskiler yadırganır oluyor. Bunu yüz yıl öncesine taşırsanız iş tamamen içinden çıkılmaz bir hal alıyor.  Eğitim de bu değişimin içinde hep “ana akım” rüzgarların peşinden sürüklenen bir yaprak gibi kendine rol kapmaya çalışıyor. Önceleri davranışçı kuramın gölgesinde öğretmen merkezli olmaya çalışırken sonraları yapılandırıcı kuramın fırtınasında öğrenci merkezli görünmeye çalıştı. Şimdilerde ise ne olduğunu bilememeyi post modernliğin kuantum çıkmazında bir maharetmiş gibi gösterip kusurlarını örtmenin derdinde. Neyse, konumuz bu olmadığı için Ömer Seyfettin’in söylediği gibi yapalım ve sadede gelelim. Özellikle öğrenci merkezli eğitimle birlikte öğretmenlerde “dersi sevdirme” endişesi baş gösterdi ve bilgiyi mal, öğretmeni satıcı, öğrenciyi ise müşteri gibi gören bir anla...
En son yayınlar

Çay Gibi Eğitim

  Güzel bir çay nasıl olur? Demli mi, demsiz mi? Nasıl bir bardakta sunulursa güzel olur? Şeker koymalı mı yoksa sade mi içmeli? Çok sıcak çay mı iyidir yoksa biraz soğuması mı iyidir? İşi bilen bilir. İyi çay için demlik de çaydanlık da ateş de demleme usulü de önemlidir. Bazısı porselendeki çayı tek geçer bazısı emayede demlenen çayı sever. Bana sorarsanız çay biraz demli olmalı. Açık çay istediğim tadı vermez. Zift gibi demli de olmamalı tabi. Bardağın yarısı dem olsa iyidir mesela. Sonra çayın suyunun da özel olmasına dikkat etmek lazım. Öyle kireçli çeşme suyundan yapılan çayla kaynak suyundan yapılan çayın lezzeti de bir olmaz. İşi bilenler çay demlemek için evde özel su bulundururlar. Takdir edilesi bir davranış. Şeker meselesine gelince. Zevkler tartışılmaz tabi ama çayı dilden sevenler şekerli, “dil”den sevenler şekersiz içer. Tırnak içindeki “dil”in Farsça gönül demek olduğunu da bilenler bilir. Şekersiz çaydan zevk alanlar işi ilerletmiş, çayla hemhal olmuştur zira. Şeke...

Sürdürülebilir Okuma için 8 İlke

  Samimi bir kitap okuyucusu şu sözlerle dert yanıyor: Hocam, bir şeyler okuyoruz ama daldan dala okumuş gibi oluyor. Sanki verimli olmuyor gibi. Şöyle ki bir roman, bir kişisel gelişim kitabı, bir tarih kitabı, bir düşünce kitabı falan. Ne dikkatimi çektiyse alıyorum listeye. Sanki böyle olmamalıymış gibi geliyor ama şunu da istemiyorum; mesela psikolojiyle ilgili okuyayım hep ki o konuda derinleşeyim. Bu da bir ders çalışma gibi olacak diye hissettiriyor, onu da istemiyorum. Okumaktan zevk almak istiyorum. Böyle bir ondan bir ondan okumak zevk veriyor ama sadece genel kültür oluyor. Bilgi, ilim oluşmuyor. Sizce nasıl okumalı? Böyle dert yanan insan gelişmeye hazır insandır. Motivasyonu var, usulde bir eksiklik olduğunun farkında ama doğru metot konusunda kafası karışık. Aynı zamanda da arayış içinde. O zaman konumuz “Sürdürülebilir Okuma”. Yani hem oku hem geliş hem de bıkma. Bunun için bize gereken 8 ilke: 1. %50 Görev %50 Zevk: Kitap okuma işi ne tek başına bir ödev gibi görüle...

Kabahatliyi Kahraman Görme

  Müslümanlar uzun zamandan beri içinden çıkılmaz bir kısır döngünün içinde kıvranıyor. “Din terakkiye mâni midir?” sorusu ile başlayan Müslümanların savunmaya geçiş dönemi bugün “İslami terör var mıdır?” sorusu ile devam ediyor. Sorular dönem dönem değişiyor ama netice değişmiyor. Soruları batı üretiyor, Müslümanlar sanık sandalyesinde kan ter içinde sorulara cevap verip kendini temize çıkartmaya çalışıyor. Sorulara cevap verme psikolojisi o kadar baskın geliyor ki kimse “Batı ne zaman yargıç koltuğuna oturdu da bana soru soruyor” veya “Ben ne zaman sanık sandalyesine oturdum ve cevap vermek mecburiyetinde kalıyorum” diyemiyor. Diyen bir iki cılız ses de mahkeme salonundaki bindirilmiş güruhların gürültüsü arasında duyulmuyor.  Yazıyı okuyan birçok genç kardeşlerimiz belki “Din terakkiye mâni midir?” cümlesinin ne anlama geldiğini bile anlamayacak. Anlayamayanlar için biraz okuma molası tavsiye ediyorum. Anlayanlar için yazıya devam edeyim.  Müslüman izzet sahibidir. Doğ...

Önce Kültür Sonra Eğitim

  Cumhurbaşkanımız 2016 yılı Kasım ayında yaptığı bir konuşmada eğitim konusunda önemli bir öz eleştiride bulunmuştu.     Konuşmasında çok sayıda derslik yapıldığını, öğretmen atamalarının tamam olduğunu, ders kitaplarının ücretsiz dağıtıldığını, öğrencilere tablet verildiğini, bütçeden en büyük payın eğitime ayrılmasına rağmen eğitim konusunda başarının yakalanamadığını dile getirmişti. Bu konuşmanın üzerinden yaklaşık iki buçuk yıl geçti. Daha önce olduğu gibi bugün de eğitimin sorunları, çözüm önerileri, yeni projeler konuşulmaya devam ediyor. Konu üzerinde yazıp çizen, kamera karşısına geçip söz söyleyen çok. Yapısal sorunlardan tutun da öğretmen yetersizliğine kadar masaya yatırılmayan konu kalmadı. Bu kadar tespitin arasında hangisi doğru hangisi eğri insan kestirmekte zorlanıyor. Ancak doğru olan bir şey var ki eğitimdeki düzenlemeler hedeflediğimiz sonuçları bir türlü sağlayamıyor. Kanaatim odur ki eğitimde özlenen resmi küflendiren ve çürüten rutubetin kaynağı ço...

Haberler ve Toplumsal Psikolojimiz

Yüzyıllar boyunca halkın dilden dile aktardığı, unutmadığı ve büyük bir tecrübenin korumasında bugünlere ulaştırdığı atasözlerini ciddiye almak lazım. Bugünlerde birilerinin işine gelmediği için medyada eleştirilen ve sözlüklerden çıkartılması bile gündeme gelen atasözleri bu kadar kolay harcanmamalı. Bu atasözlerinden biri de “Birine kırk gün deli dersen deli olur” sözü. Bir insanın psikolojisi, çevresinden maruz kaldığı etkiye belli bir süre direnebiliyor. Kendi iç sesinde “Hayır! Ben öyle değilim!” dese de zamanla diğer insanların bakışlarına, sözlerine, tavırlarına uyum sağlıyor. Belki de Yüce Allah’ın insana vermiş olduğu “İçinde bulunduğu ortama uyum sağlama” yeteneği insanı böyle bir değişime sürüklüyor ama sonuçta insan kaskatı kalamıyor. Zamanla mutlaka değişiyor. Bir insana kırk gün deli dersen deli olur sözündeki gerçek toplumsal bir hastalığımızı teşhis etmek için de bulunmaz bir araç. Gençlerimiz arasında tembelliği, pasifliği, öfkeyi kabullenmiş ve bunu kendine bir kimlik...

Ilık Savaş

  Geçtiğimiz yüzyılda iki dünya savaşı yaşadı insanlık. Bu iki savaşta on milyonlarca kişi hayatını kaybetti, yüz milyonlarca insan savaşın acı yüzünü tanıdı. Yıllarca süren savaşlarda hemen hemen hepimizin bir dedesi, bir atası bir yerlerde kaldı, dönmedi. Zamane insanlarının hayal bile edemeyecekleri yoklukları, ayrılıkları yaşadılar. Daha sonra bu yıllara “sıcak savaş yılları” adı kondu. Sıcak dediler ama aslında “yakıp kavuran savaş yılları” idi bunlar. Dünya savaşlarının ardından belki de ölmekten bıkan insanlık, birbiri ile mücadele edecek daha güvenli bir yol buldu. İki kutuplu dünyada ABD ile SSCB (bu devleti hatırlayan gençleri ayrıca kültürlü sayıp tebrik ederim) birbirine ters bakarak, diş göstererek, vuracakmış gibi yaparak onlarca yıl geçirdiler. Dünyada herkesin bu iki ağabeyden birinden taraf olmak zorunda olduğu o yıllarda hep soğuk rüzgarlar esti. İki taraf da çevirdikleri filmlerden uzay programlarına, savaş sanayilerinden dillerdeki marşlarına kadar her alanda sa...