Bazı şeyler var ki bize çizilen sınırlar içinde ve o
çizginin dışından bihaber yaşayıp gidiyoruz. Ondan başka bir ihtimalin de
olabileceğini, başka türlü de düşünülebileceğini aklımıza bile getiremiyoruz.
Çok yakın zamana kadar aksini düşünemediğimiz “başörtülü bir hanımefendinin
devlet memuru olabileceği” düşüncesi gibi. Kendini dindar sınıfına koyanların
çoğu o zamanlar “çocuklarımız üniversiteye girsin ama devlet memuru da olunmaz
yani…” derdi. Bu bize çizilen kırmızıçizgilerdi. Bir toplum mühendisliğiydi.
Bir algı operasyonuydu. Ve önemli olan tarafı da başarılı olmasıydı.
Bugün gençlere dayatılan moda, kız-erkek ilişkileri gibi
konularda da kırmızıçizgiler var. Gençlerimize “modayı takip etme” ve karşı
cinsten biriyle “çıkma” konusunda büyük bir baskı var mesela. Birçok genç
modayı takip etmediği veya biriyle çıkmadığı taktirde ayıplanacağını ve
dışlanacağını düşünerek yaşıyor. Moda tabirle akışına bırakıyor. Tersi bir
durum onun için utanç verici bir haldir çünkü. Öyle olmamasına rağmen
düşünemiyor. Düşüncesine çizilen kırmızıçizgileri aşamıyor.
Kırmızıçizgiyi aşarak, çerçeveyi kırarak, engeli yıkarak
ifade ediyorum ki; bu dayatmalardan biri de futboldur. Bir takım tutmak,
toplumda küçüklükten itibaren dayatılıyor. Daha küçük yaştan itibaren bu
informal eğitime tabi tutulan çocuk, takım tutmama özgürlüğünü aklına bile
getiremiyor. İlk adımlarını attığı, ilk kelimelerini söylediği andan itibaren
çocuğa “hangi takımı tutuyorsun? Söyle de duysun amcalar…” şeklinde markaj
başlıyor. Doğal olarak da çocuk bir takım tutmanın, aidiyet duygusunun mütemmim
cüzü, ayrılmaz bir parçası olduğu fikriyle büyüyor. İstanbul’da kaldırımda
yürürken iki çocuğun koşarak yaklaştıklarını, “abi bir soru sorabilir miyiz?”
diye heyecanla konuya girip “hangi takımı tutuyorsun?” diye kendi aralarındaki
iddiaya beni kobay yaptıklarını hatırlıyorum. “Takım tutmuyorum ki” cevabını
duyduklarında yüzlerinde gördüğüm şaşkınlık ifadesini de hiç unutmuyorum. Çünkü
bekledikleri cevaplar arasında böyle bir seçenek yoktu. Takım tutmayan birini
belki de ilk kez görmüşlerdi.
Bu yazıyı, Fenerbahçe ile Galatasaray arasında Manisa’da
oynanan Süper Kupa finalinin son saniyelerinde yazmaya başladım. Maçın önemsiz
bir kupadan başka bir iddiası yoktu. Onun da ötesinde Soma yararına Manisa’da
oynanıyor olması maça bir “değer” de katıyordu. Yani ön plana çıkan bir ahlaki
yön de vardı. Öyle olunca maç boyunca gerginlik çıkması beklenmezdi. Sezon
henüz başlamamıştı. Puan yarışı yoktu. Gelin görün ki maç başlayınca anladım ki
geçen sezon boyunca yaşanan tüm tatsızlıklar, ahlaksızlıklar, kavgalar,
küfürler hiç de puan mücadelesi ve şampiyonluk için değilmiş. Çünkü bu
mücadelenin olmadığı bu maçta yine aynı şeyler oldu. Taraftarlar yine sahaya
şişeler, taşlar, çakmaklar, maytaplar, meşaleler fırlattı. Yine ağızlarından
küfürler, hakaretler fışkırdı.
Madem ki bu karanlıkların sebebi şampiyonluk değil, o zaman
şöyle demek kalıyor. Stadyumdaki kavganın sebebi “taraftar” olmaktır. Aidiyet
duygusuyla kendine bir “taraf” seçmek, o tarafa sırtını dayamak ve karşı tarafa
saldırmak için futbol ideal bir araçmış. Kardeşlik, dostluk, vatandaşlık, ortak
değerler, taraftarlık maskesi altında bir hiçmiş. O maskeyi takınca
tanınmayacağı hissi ise paha biçilmezmiş. Sanki stada girince Kiramen Katibin
içeri giremezmiş, amelleri kaydedemezmiş. Tabi nasıl stada girip de yazsınlar
amel defterine? Onların bileti yok ki!
1980’lerde derbi maça belediye otobüsüyle gelirken stat
önünde Ercan Taner tarafından yakalanan ve taraftarlar arasında röportaj
verirken sevgi çemberinde mutlu gözüken Metin Tekin’lerin zamanındaki futbol
yok artık. Futbol spor olmaktan milyar dolarlık bir endüstri haline evrildi.
Taraftarlık da bu endüstri’nin en önemli gelir kapısı haline geldi. Evinde
oturup takımına sevgi besleyen değil; maça gelip, forma alıp, hatta bahis
oynayıp bu endüstriyi besleyen taraftar makbul günümüzde. Bu nedenle de medya
ve kulüpler ilişkileri sürekli gergin tutuyor. Ateşe sürekli odun atıyor. Daha
çok kazanmanın yollarını arıyor.
Naçizane görüşüm, bu durumun Müslümanca yaşamaya, ahlaki
gelişime, Allah ile kul arasındaki ilişkiye en ufak bir pozitif katkı
sunmadığıdır. Birçok okuyucu için bu yazdıklarım bir şey ifade etmeyebilir.
Başta belirttiğim kırmızıçizgileri aşıp farklı bir bakış açısına sahip
olabilmek kolay olmayacaktır. Yıllardır sürdürülen düşünce kalıpları görüşü
kısıtlayacaktır. Varsın öyle olsun. Arada bir kişi bile bu yazıyı okuyup “öyle
mi acaba?” dese bana yeter.
Sizleri bir takımın taraftarı olmaktan istifa etmeye ve (hiç
olmazsa) bir takımın destekçisi olmaya davet ediyorum. Çünkü taraftarlık bir
karşı taraf üretir ve ona karşı olur. Destekçilikte ise bu yoktur. Takım
tutmayın diyeceğim ama cesaretim yok.
Mustafa Yılmaz
mustafayilmaz77@gmail.com
Yorumlar
Yorum Gönder