Ana içeriğe atla

Ilık Savaş


Geçtiğimiz yüzyılda iki dünya savaşı yaşadı insanlık. Bu iki savaşta on milyonlarca kişi hayatını kaybetti, yüz milyonlarca insan savaşın acı yüzünü tanıdı. Yıllarca süren savaşlarda hemen hemen hepimizin bir dedesi, bir atası bir yerlerde kaldı, dönmedi. Zamane insanlarının hayal bile edemeyecekleri yoklukları, ayrılıkları yaşadılar. Daha sonra bu yıllara “sıcak savaş yılları” adı kondu. Sıcak dediler ama aslında “yakıp kavuran savaş yılları” idi bunlar.

Dünya savaşlarının ardından belki de ölmekten bıkan insanlık, birbiri ile mücadele edecek daha güvenli bir yol buldu. İki kutuplu dünyada ABD ile SSCB (bu devleti hatırlayan gençleri ayrıca kültürlü sayıp tebrik ederim) birbirine ters bakarak, diş göstererek, vuracakmış gibi yaparak onlarca yıl geçirdiler. Dünyada herkesin bu iki ağabeyden birinden taraf olmak zorunda olduğu o yıllarda hep soğuk rüzgarlar esti. İki taraf da çevirdikleri filmlerden uzay programlarına, savaş sanayilerinden dillerdeki marşlarına kadar her alanda savaştılar. Ama soğuk soğuk savaştılar. Daha sonradan bu yıllara da “soğuk savaş yılları” adı kondu. Soğuk dediler çünkü gerçekten soğuk yıllardı bu yıllar.
Soğuk savaş yılları da geride kaldı. SSCB soğuktan dondu ve ABD’nin sıcak (!) kollarına atıverdi kendini. Sonra ne mi oldu? Batı dünyasının yeni hedefi belirlendi: Kendi kapitalist, emperyalist ve sömürgeci yayılmacılığına tehdit olan tüm ülkeler. Artık yok edilmesi gereken şey sınırlardı. Büyük şirketlerin mallarını daha rahat satabilecekleri, dünyadaki herkesin standart bir tüketici haline geldiği bir dünya istediler ve harekete geçtiler. Bunun için de ne sıcak savaşı ne de soğuk savaşı tercih ettiler. Yenidünyanın yeni savaş modeli “ılık savaş” olarak belirlendi.

Niçin ılık savaş tabirini kullandığımı da meşhur kurbağa çorbası tarifinden anlayabilirsiniz. Fransızlar kurbağayı pişirmek için suyu kaynatıp kurbağayı içine atmışlar. Can havliyle zıplayan kurbağa bir türlü uslu durup da efendi efendi pişmemiş. Daha sonra kurbağaları tenceredeki soğuk suya atmışlar ve alttan ateşi vermişler. Yavaş yavaş, ılık ılık ısınan su kaynamış ama kurbağanın bundan haberi olmamış. Uslu uslu pişmiş.

Peki bu ılık savaşın silahları, taktikleri neler? Bizi nasıl bir tüketim toplumu haline getiriyorlar da bizim haberimiz olmadan efendi efendi öyle oluveriyoruz? Bu savaşın temel silahı medyadır. Sinema, dizi, reklam, internet, moda gibi silahlarla her gün üzerimize ateş açılıyor. Nasıl mı açılıyor? Evde televizyon açılıyor, ekrandan oturma odamızda oturan kim varsa ateş ediliyor. Şimdi cep telefonları da medyanın bir parçası haline geldi de cepheler genişledi. Düşmanı cebimizde taşıyor, ikide bir elimize alıyor, tuş kilidini açıyoruz ve “ateş!” diyoruz. O ekrandan üzerimize son teknoloji silahlarla ateş ediliyor. Kurşun kullanılmıyor. Hani uzay yolu filminde lazer silahlar vardı ya, “bayıltmaya ayarlıyoruz” diye ayar yapılan, bu silahlarda da “uyuşturma ayarı, saflaştırma ayarı, hipnotizma ayarı” gibi ayarlar var. Büyülenmiş gibi olan insan bir süre sonra o ekrandan ne gelirse alıyor. “Yardan gelen zehir olsa bal derim” türküsünü batı motifleri ile mırıldanıyor.

Ilık savaşta savunma mekanizmamız maalesef henüz yok. Ateş gücü yüksek olan kazanıyor. Ekranda gördüklerimiz İslami midir, bu seyrettiğimiz nizami midir? Duyduklarımız insani midir? Diye soramıyoruz bile.

Bu savaşın son zamanlarında özellikle gençler, gençlerin içinde de özellikle kızlar hedefte. Çünkü toplumun iyi bir tüketici olabilmesi için genç kızların en önde olması gerekiyor. Erkeğe bir pantolon bir gömlek bir hafta yetiyor ama kızların ruja, allığa, fondötene, şampuana, saç kremine, ojeye, oje çıkarıcıya, makyaj temizleyiciye, türlü türlü elbiseye, ayakkabıya ve daha neler nelere ihtiyacı var. Bu kadar alacak şey var, almaya aday kız var, bir de aldırmayan anne baba var. Anne baba bu kadar çok harcamaya aldırıyor ve engel çıkartıyor. O zaman ılık savaşta cephelerden biri daha netleşiyor: Kız çocukla anne babanın arası açılmalı.

Bunun için de kullanılan silah basit: Gence “Sen özgürsün. Kimse sana karışamaz. Karışmaya kalkan karşısında dimdik seni bulur” silahıyla saldırmak. Gençler de bu silahın etkisiyle son zamanlarda anne babaya karşı duruyor, tüketim kültürüne çarşının yerini soruyor. İki örnekle geçelim.
Buz devri animasyon filminin bir bölümünde “Şeftali” isimli ergen bir dişi Mamut ailesinin sürekli ona karıştığını, engellediğini söyleyip duruyor. Kötü arkadaşlardan kızlarını korumak isteyen ebeveyninin arkasından demediğini bırakmıyor ve gidip kötü arkadaşlara karışıyor. Gerçi filmin sonunda pişman oluyor ama orası kimsenin aklında kalmıyor. Bir başka örnek de son zamanlarda gösterime giren “Cesur” isimli animasyondan. Bir kral ve kraliçenin kızı olarak doğan prenses, prenses olarak yetiştirilmekten nefret edip “kendini gerçekleştirmek(?)” istiyor. Annesine o kadar kızıyor ki sonunda bir cadıya gidip annesinin bir ayı olmasına sebep oluyor. Tüm bunlara rağmen ayı olan annesine “beni suçlayamazsın. Bunun böyle olmasını ben istemedim” diyebiliyor. Gerçi filmin sonun da özür diliyor ama orası kimsenin aklında kalmıyor. Yani medya çocuklarımıza “ailen sana karışamaz” deniyor ama kendisi çok da güzel karışıyor. Yatak odası reklamında bile “bu senin tarzın” diyecek kadar ileri gidebiliyor. Yumuşak şeker reklamında bile “haydi macerayı kaçırma” diyecek kadar mantıksızlaşabiliyor. Ne de olsa gücünün ve güçsüzlüğümüzün farkında.

Bunun gibi daha bir sürü örnek var oturma odalarımızdaki namlunun ucunda. Bu namluların kimi 107 kalibre led 3D çapında, kimi 127 kalibre Curve led 4K UHD çapında.

Ne mi yapmak lazım? Siz olsanız ne yapardınız?




Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

Öğretmenime Mektup

Sevgili ö ğ retmenim, Siz bu mektubu okudu ğ unuzda ben çoktan b ü y ü m üş olaca ğı m. L ü tfen kim oldu ğ umu, nerede oldu ğ umu merak etmeyin. Kimli ğ imden çok, yazd ı klar ı ma önem verin. Size bu mektubu k ü ç ü kken yaz ı yorum ve b ü y ü d üğü mde size vermeyi planl ı yorum. Asl ı nda bu mektuplardan herg ü n bir tane yazmay ı planl ı yorum. Ç ü nk ü size yaz ı lacak o kadar çok ş eyim, edecek o kadar te ş ekk ü r ü m ve sitemim var ki... hepsini bir deftere s ığ d ı ramam zaten. Y ı llar sonra ş imdiki bana "gelip y ü z ü me söylesen olmaz m ı yd ı ?" diyeceksiniz eminim. Ama siz de biliyorsunuz i ş te, ben utangaç, k ı r ı lgan ve cesaretsiz bir çocu ğ um. L ü tfen beni anlay ı n. E ğ er b ü y ü d üğü mde bu cesareti kendimde bulabilirsem (b ü y ü kler cesur oluyormu ş ) bunlar ı size elden vermeyi d üşü n ü yorum. Bug ü n s ı n ı fta dediniz ki; " Kim ne derse desin, Ahiret var... Kesin." Bu söz ü n ü z ü defterimin en ü st ü ne ...

Ahtapotun Kolları: Sevgili Cep Telefonları

Orta öğretim  kurumları yönetmeliğindeki bir değişiklikle cep telefonunu sınıfta kullanmak disiplin suçu olarak belirlendi. Gerçi daha önce ilköğretim yönetmeliğinde “derste açık bulundurmak” uyarı cezası olarak belirlenmişti ancak artık liselerde de cep telefonuyla ilgili bir disiplin maddesi yer alıyor. Kınama cezasını gerektiren davranış maddesi aynen şöyle: “Ders saatleri içinde öğretmenin bilgisi ve kontrolü dışında bilişim araçlarını açık tutarak dersin akışını bozmak.” *** Bu maddeyi öğretmenlerin olumlu, öğrencilerin olumsuz, velilerin umursamaz karşıladıklarını düşünmek zor değil. Ancak meselenin taraf olmaktan daha derin analizlere ihtiyacı var. Yönetmeliğe göre okula telefon getirmek yasak değil. Hatta bu maddeyle serbest hale gelmiş oldu. Çünkü yasak ders içini kapsıyor. Öğrenci cep telefonunu teneffüste açık tutulabilir ve hatta görüşmeler yapılabilir. Artık öğretmenler teneffüste cep telefonlarına hiçbir şekilde müdahale edemez. Eden de uyanık öğrenci...

İlkokul Öğretmenim Sabahattin E’ye Soruyorum:

Bir keresinde gülmüştüm ve siz bana “inşallah hep böyle güzel gülersin” demiştiniz. Bütün arkadaşlarım bana bakmış ve hep beraber gülmüştük. O günden sonra topluluk içinde gülmeyi, konuşmayı çok seviyorum. Allah sizden razı olsun. İkinci sınıftayken “dersi dinleyemeyecek kadar derdi olan lütfen benimle paylaşsın” demiştiniz. Benim de sıkıntılarım, korkularım vardı. Dersten sonra sizinle konuşmak, içimi dökmek çok iyi gelmişti. O güne kadar benim dertlerimle karşılıksız ilgilenen insanların varlığından beni niçin haberdar etmediniz? Allah sizden razı olsun. Tenefüste nöbetçiydiniz. Ben de merdivenden koşarak iniyordum. Beni arkamdan yakalamasaydınız büyük ihtimalle düşecek ve bir yerlerimi kıracaktım. Beni hırkamdan tutarken parmağınızı incittiniz. Ertesi gün parmağınız alçıdaydı ama yine de bana gülümseyerek bakıyordunuz. Benim bir yerim kırılmasın diye kendinizi feda etmeniz kendimi okulumda büyük bir güven içinde hissetmeme sebep olmuş, size olan sevgim bir kat daha artmıştı. Bu...