Dün oğluma üyelik
kartı çıkartmak ve kütüphaneye alıştırma için Adapazarı İl Halk Kütüphanesine
gittim. Gördüğüm manzara etkileyiciydi.
Okullar tatil
olmasına rağmen giriş katında koridorlar bile doluydu. Hatta belli ki yönetim,
koridorlara bile masa koymak zorunda kalmıştı. Gördüğüm tüm sandalyeler
doluydu. Üyelik formunu doldurmak için kendimize yer ararken tam
konsantrasyonla önündeki kitaba eğilen gençleri rahatsız etmemek için parmak
uçlarımıza basıyorduk.
Tam "maşallah
gençlere" diyecektim ki, okuma salonunun, referans kitaplar ve çocuk
kitapları bölümlerinin bomboş olduğu dikkatimi çekti. Koridorlardan okuma
salonlarına geçtiğimizde sanki başka bir dünyaya geçmiştik. Kalabalık, sessiz
gerginlik, konsantrasyon kokan ağır hava yerini tenhalığın kol gezdiği koca
salonlara bıraktı. Memurlar bile okuma salonlarındaki masalarını bırakmış,
koridorlardaki güvenlik masalarında oturuyordu. Çocuk kitapları bölümünde
yaklaşık yirmi dakika geçirdik ama yanımıza, bırakın başka bir çocuğu görevli
bir memur bile uğramadı.
Belli ki iki katlı
kütüphane tüm konsantrasyonunu koridorlara hasretmişti. Raflar saf dışı
kalmıştı. Raflardan kimse kitap almıyordu.
Peki o kadar masa ve
o kadar genç ne mi yapıyordu kütüphanede? Tabi
ki koridorlara konulan masalarda kendilerini kaybedercesine test çözüyorlardı.
Kimi TEOG, kimi YDS, kimi LYS, kimi KPSS, kimi ABC, kimi VYZ…
Ben de binanın adını "İl Halk Testhanesi" olarak
değiştirdim.
Bu manzara aslında eğitim sistemimizin durumunu ortaya
net olarak koyuyor. Kağıt üstünde düşünen, yorum yapabilen, okumayı seven
gençler yetiştiriyoruz. Ama pratikte kütüphanede pinekleyerek test çözen
gençlerimiz var elimizde.
Eğitim sistemimizin çıktıları bu gençlerdir.Bir fabrikada
ürün, kağıt üstünde öngörülen şekilde çıkmıyorsa en son suçlanacak olan
(elbette) ürün olacaktır. O nedenle
gençlerimizi suçlamak ve mazeret üretmek yerine durum tespiti yapıp çözüm
üretmek zorundayız.
Bir çok sistem denedik. Değiştirip değiştirip yine
denedik. Ama cesaretle birileri çıkıp “işin ucunda test olduğu sürece bu iş
olmaz” diyemedi. Sekizinci sınıfın ve on
ikinci sınıfın sonunda test duvarları olduğu sürece biz de gençlerimizi
kütüphanelerin koridorlarında test çözmeye mahkum edeceğiz.
Madem herkes bir şey öneriyor, ben de önereyim. Zorunlu
eğitim çağının sonuna kadar, özellikle de ilk sekiz yılda çocuklarımızı hiçbir
şekilde test ile muhatap etmeyen bir sistem kurmalıyız. Bu rahat dönemde çocuklarmızı
kitaplarla tanıştırıp onlarda okuma, yazma, tartışma kültürünü oluşturmalıyız.
Hiçbir sınavı test yapmamalı, yapmayı yasaklamalıyız. Yoksa a mı, b mi, c mi?
Dediğimiz sürece çocuklarımızı “neden birini seçmek zorundayım?” diyebilen bir
zihniyete ulaştıramayacağız. Kütüphaneyi okullardan önce öğrencilerin zihin ve
kalplerinde açmadıkça onları eğitemeyeceğiz.
Her sistem, gençlerimizi test, yarış ve mücadele
girdabına biraz daha gömüyor. Valiler, müdürler, öğretmenler de haftada bir
saat okuma saati ile çocuklara okuma alışkanlığı kazandırmaya çalışıyor. Ama
olmuyordu, olmuyor, olmayacak. Çözüm belki uzak ama gerçek şu: Çocukları mutlu
oldukları sınıf ve öğretmenlerle buluşturup test stresi yaşatmayacağımız bir
eğitimden geçirmedikçe olmayacak.
Öğrencilere bir doz okuma sevinci, yüz bir doz test
seferberliği enjekte edilince onlar da kütüphaneye gidip bol bol test
çözüyorlar. Kitapların büyülü dünyası
yerine, testlerin ateşli humması layık görülüyor çocuklarımıza.
Daha ne olacaktı ki?
Mustafa Yılmaz
mustafayilmaz77@gmail.com
Yorumlar
Yorum Gönder